Kadim Dehşetin Gölgesinde | Bölüm 1 | Fiddlesticks
Irmağın kenarına oturmuş, elinde pis ve kokuşmuş bir bezle savaş kaskını temizlemeye çalışıyordu. Yüzünden gerginlik akan adam, oturmuş vaziyette, bacağına dayadığı kaskını öyle bir ovalıyordu ki sanki kaskını değil de hayali bir varlığı boğuyor gibiydi. Demirdiş metalcileri işini iyi yapmıştı.
Güneş tam tepesine vuruyordu. Alnından ve boynundan terler akmış bir halde asla kazanamayacağı bir savaşa girişmiş gibiydi. Tarbiv, en sonunda göğüs plakasını bir kenara attı. Miğferini de ölmüş çalıların kenarına koydu. Yapacak bir iş kalmayınca bir müddet etrafına bakınmaya başladı. Önündeki gölge, adamın iri ve yapılı vücudunun küçük bir silüetini oluşturuyordu.
Dikkatsiz bakışlar bile o koca vücudun yara bere içinde, çürükle dolu olduğu yırtık elbiseleri üzerinden seçebilirdi. Çatık bakan gözleri ise o kadar sert ve acımasız duruyordu ki sanki doğduğundan beri öyleymiş gibi bir havası vardı.
Güneşin yakıcı sıcaklığından korunmak için bir ağaç dibine sığındığı yerde, oldukça rahat ve kaygısız duruyordu. Tangır tungur eşyalarını heybesinden çıkarıp yere sererken son işinden kalan ganimetin suyunu çektiğini fark etti.
Sıcaktan bunalmış, acıkmış ve meteliksiz kalmıştı. Son düellosunda bir kısmı parçalanan ve üstü başı çamur olan miğferini de düşününce tepesi atmıştı. Yıllarca savaştan savaşa koşmuş, iyi bir asker, iyi bir lider olmuştu. O, hep özel görevlerin adamıydı.
Tarbiv, daha 30'lu yaşlarda olmasına karşın geçmişi şimdiden yad eden yaşlı bir adam havasındaydı. Gözlerini şırıl şırıl akan ırmağa çevirdi. Lanetli olarak nitelediği o enteresan yeteneğine bir kere daha küfretti. Ne vardı da böyle bir yetenekle doğmuştu! Evet askerken epey işine yaramıştı, her türlü sesi ayırt edebiliyordu ama şimdi...
Toprağa değen bir ayağın ağırlığıyla oluşan küçücük titreşimleri dahi hissedebilen bir yapıda olmak, herhalde herkese bahşedilen bir ayrıcalık değildi. Ama bu ayrıcalık kesinlikle olumlu bir durum olamaz diye düşündü. Çünkü başına gelenler düşünüldüğünde kötü hissetmekte haklıydı.
Bir gün Demacia ile sınır çatışmalarının hazırlığı sırasında 5 askerin daha yer aldığı aldığı özel bir göreve katılmıştı. Altınkır civarındaki düşman mevzilerine çok yakın bir noktaya gelip beraberindeki askerlerle gizlice sokulan Tarbiv, hazırlığını çoktan yapmıştı. Ancak o işe koyulduğu sırada askerlerden biri fısıldayarak; ‘Bu lanet iş hiç hoşuma gitmiyor, elini çabuk tut Tarb!’ diye konuştu. O ise iş bilen bir edayla kaskını, zırhını ve ayakkabılarını sakince çıkardı.
Yalın ayak bir şekilde seçtiği alana doğru gitti. Dokunduğu toprak yumuşak ve kökleri derindeydi. Ayaklarını toprağa birkaç milim gömerek, oturur şekilde, ellerini de yanlardan toprağa yerleştirmişti. Ve ardından, gözlerini kapattı.
Göz kapaklarını birbirine değdirdiği anda gözünün önünde resimler silsilesi oluşmaya başladı. Önce ağaçlar, sonra yollar, sonra patikada yürüyen insan siluetleri oluşuyordu, ileri doğru gitti. Daha başka nelerin olduğunu öğrenmek istiyordu. Şekillerin içinde adeta bir kaydırağın ucundan kayar gibi ilerliyordu. En sonunda gözlerinin önünde bir askeri üs resmi belirdi.
Ağır silahların yer aldığı bu üste, Tarbiv’in tahminine göre yaklaşık 15 bin asker vardı. Ancak sayması pek olası değildi. Öyle ki binlerce ayak sesi kulaklarında uğulduyordu ki bu da görüşünü görüntüde ilerledikçe git gide bulandırıyordu. Yönünü başka yerlere çevirerek ellerindeki silahların hangi biçimde dövüldüğüne, cephaneliklerinin ise ne kadar dolu olduğuna baktı. Bir yandan da gördüğü şeyleri yanında bulunan başka bir askere not ettiriyordu. Ancak sonra durdu.
Ne olduğunu anlayamadan birden etraflarının sarıldığını gördü. Gözcülerin dahi anlamasına fırsat kalmadan çevrelerinin sarıldığını fark ettiler. Mücadele etmeye kalktılar ancak baskın yapan kolcu kuvvetlerin sayısı onları mağlup etmeye yeterdi bile... Tarbiv ise kendine kızıyordu. Zira cephaneliğe o kadar dalmıştı ki onların gelişini fark etmemişti. Buradan kurtulurlarsa o iki gözcüyü toprağa gübre diye ekmeyi hayal ediyordu o anda.
Karargaha götürüp konuşturmaya çalışacaklardı besbelliydi ama ellerindeki not edilmiş bilgiler incelendiğinde, şu Demacialı komutanlardan biri şok içinde esir aldıkları askerlere baktı. Tarbiv o bakışı hiç unutmamıştı. Şimdi bile o kötü anıyı tekrar ziyaret ettiği için canı sıkılmıştı.
Tarbiv’in ne olduğunu çok geçmeden anlamışlar ve onlarla çalışması için ikna etmek istemişlerdi. Sözle ikna edemedikleri yerde tırnak makaslarını kullandılar. Parmak boyutunda olanları. Öyle bir işkence gördü ki, Fiddlesticks'e yem olmayı yeğlerdi.
Bugün bile o izleri hala taşımaktaydı. Demacialılardan birkaç işi kabul ettikten sonra bir yolunu bulmuş, kaçmayı başarmıştı. Şimdiyse aranan bir kaçaktı.
Düşüncelerinden silkinip sıyrıldı. Uzun saatlerin ardından güneş batmış, boyuna uzanan uçsuz bucaksız araziler karanlığa boğulmuştu. Kaçak yaşamanın getirdiği bir alışkanlıkla ayaklarını kuma gömmüş vaziyette duruyordu.
Bir ateş yakıp gün içinde yakaladığı iki tavşanı iştahla yiyen Tarbiv, bir hışırtı duyduğunu sandı. Deli gibi etrafına bakınmaya başlayan adam gözlerini bir an kapatınca sesi çıkaranın epey uzakta olduğunu gördü. Davetsiz misafirle arasında aşağı yukarı bin metre olduğunu tahmin etti.
Ancak bu noktada hemen saklanması gerekirken, bir şey dikkatini çekmişti. Gelen kişi yalpalıyordu. Sadece bir kişiydi ve adımları çok düzensizdi. Bir şeyden veya birilerinden kaçtığını düşünen Tarbiv, kendisini toparlayıp eşyalarını toplamaya başladı. Gelen kişinin dost mu yoksa düşman mı çıkacağını bilemezdi. Ayrıca ha deyince de toplanamazdı, eşyaları birkaç dakikada toplanamayacak kadar fazlaydı. Çerini çöpünü de sakladıktan sonra bir çalılığın ardına gizlenip bekledi.
Kulağına gelen sesleri anlayamıyordu, bu bir insan mıydı, nasıl yaratıkları besliyordu bu nehir? Ne sürünüyor ne de koşuyordu. Nefesi... Gerçekten nefes mi alıyordu? O, bir insan mıydı? Fiddlesticks neden aklına geliyordu ki şimdi? O sadece bir şakaydı. Hem de kötü bir şaka.
Kulakları ve gözleri korkunun izleriyle dolmaya başlamıştı. Merak onu ele geçiriyor, korkuysa tetikte tutuyordu.
O an tek dostu, sırtını dayadığı ağaçtan başka bir şey değildi.
Post a Comment